“1956 yılının hiç bilmediğim bir gününde Yunanistan’ın Gümülcine (Komotini) şehrine bağlı Büyük Doğanca (Megalo Ducato) köyünde gözlerimi dünyaya açtım, ilk o köyde ağladım, belkide ilk adımlarımı o köyde attım.
Yıl 2010 yaz yeni bitmiş, Eylül ayının tatlı sıcaklığı başlamıştı. İşte bu zamanda biraz kızım Yeşim’in teşviki ile doğduğum topraklara gitme kararı almıştım. Bu kararı almamdaki en büyük etken annemin oralara olan özlemini gidermekti. Annem orada doğmuş, genç kızlığını, evliliğini orada yapmıştı. 7 çocuk doğurmuştu o topraklarda. Yıllarca orayı özler hasret çekerdi annem. Fakat bu hasretine kavuşamadan göçüp gitmişti. Bu nedenle oralara gitmek istiyordum. Bunun yanında doğduğum köyü, evi görmek arzusuda içten içe zorluyordu beni.
Sonunda karar verildi, sıcak bir eylül sabahı ben, eşim ve kızım düştük yola. Yola çıktığımdan bu yana kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Kolay değil tam 55 yıl sonra baba ocağına gidiyordum. Köyümü evimizi görecektim. Arabayı kullanırken düşündüklerimi, yolda yaşadıklarımı hatırlamıyorum, yolların kenarlarına kurulmuş olan köyleri ve tüm evlerin bembeyaz boyalı olduğunu görmüştü gözlerim. Güneşli pırıl pırıl bir gündü. Eşim ve kızım benim kadar heyecanlı değillerdi, çünkü onlar doğdukları topraklardan hiç ayrılmamışlardı, normaldi bu halleri. Oysa ben, anam, babam ve kardeşlerim oralardan kalkmış yol almıştık anavatana. Mübadele denilen illet bizide bulmuştu, 1 yaşındaydım o zaman mübadele nedir bilmezdim ama büyüdükçe öğrendim onu. Annem yaşadığı müddetçe anlattı köyümüzü, evimizi, çektiğimiz sıkıntıları, acıları ve 2. Dünya Savaşı yıllarındaki çiğ patates yiyişlerini anlattı ölüm onu bulana kadar.
4 satlik yolculuk çok uzun gelmişti bana,sanki yol gittikçe uzuyordu uçsuz bucaksız tarlalarda yeni açmaya başlayan beyaz beyaz pamukları görüyordum, yer yer zeytin ağaçlar bazende çam ormanları vardı yol kenarlarında. Uzaktan Ege Denizi mavi suları ile görünüyordu. Ortak denizimizdi Ege aynı denizin insanlarıydık bir yakada biz bir yakada onlar vardı. Kültürümüz benziyordu, yemeklerimiz sanki aynıydı, müziğimiz bile benzeşiyordu. Bitmek bilmeyen yol bitmişti, sağ tarafımda Komotini (Gümülcine) 10 KM yazılı levhayı gördüm. Artık doğduğum topraklardaydım.
İçime bir korkuda girmişti, akrabalarım beni nasıl karşılar düşüncesi sarmıştı beynimi, ama bu düşünce ablamla karşılaştığım anda son buldu. Ablamın ağlamasını,bana sarılışını hiç unutmuyorum. Yeğenimin, onun eşinin ve küçük yeğenim Sami’nin bizlere gösterdiği yakınlığı hiç unutamam. Ablamın evi köyün hemen girişinde, pamuk tarlalarının yanında onların avlu dedikleri bir bahçenin kenarındaydı. Ev en az 60 yıllıktı. Bir tarafında o eve nispeten daha yeni yeğenimin evi vardı. Bu köy benim doğduğum köy değildi. Bir sonraki gün gidecektik benim köyüme.
20 dakikalık bir yolculuktan sonra Megalo Dukato yazılı olan köye giriş yaptık. Türkçe ismi Büyük Doğanca olan köy benim ve tüm kardeşlerin doğduğu köydü. Beyaz boyalı evlerin arasından geçerek köy meydanına vardık. Büyükçe bir meydan, bir kenarında çeşmesi, diğer tarafta camisi ve cami yanındada köy okulu görünüyordu. Ortalık sessiz sakin kimsesizdi. Ablamın yönlendirmesi ile amca çocuklarımın evine geldik. Hepsi çok sıcak samimi ve candan insanlardı. Süt kardeşim Nazmi ile tanıştım bol bol hasret giderdik. Zamanı gelmişti artık doğduğum evi görmeliydim. Nazmi bizi benim doğduğum anamın babamın evine götürdü. Yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde yıkık, viran bir ev çıktı karşıma. Ben burda doğmuştum, baba ocağım burasıydı. Bahçeye adım attığım anda yüreğime bir yumruk oturmuştu, nefes alamıyordum, o kadar insan içinde ağlamamak için zorlanıyordum ama gözyaşlarım gizliden akıyordu. Kocaman bir bahçe vardı önümde, çeşitli meyva ağaçları kaplamıştı her yeri, yabani otlar dikenler sarmış bahçeyi. Yan yana sıralanmış üç küçük oda gördüm, başım nerdeyse değecekti tavanlarına.
Orta odada doğmuştum ben, yıkı bir haldeydi biz ayrılırken kalan eşyaların bir kısmı duruyordu, odaların önünde sundurma vardı, rahmetli babamın yaptığı gibi duruyordu, hala babamın emeği vardı orda. Sanki o andan itibaren yaşam durmuştu, sevincimle birlikte hüzün kaplamıştı her yerimi. Annemin buraları görme arzusunu yerine getirmiş olmam mutluluk veriyordu bir yandanda buralardan zorunlu olarak ayrılmanın ve buraları bu halde görmenin sıkıntısı kaplamıştı yüreğimi. Sevincimle hüznüm karışmıştı birbirine. Belki yarım, belkide bir saat zaman geçirdim doğduğum ama şu an harabe olan evimde. Annem, babam ve kardeşlerim geldi aklıma acaba nerde daha mutlu yaşardık diye düşündüm ama cevabını bulamadım. Hep birlikte yaşamış, gülmüş, sıkıntılar yaşamıştık şu karşımda duran harabe evde. Yapacak bir şey yoktu yaşanan yaşanmış olan olmuştu. Mübadele ayırmıştı bizi bu küçücük ama sıcak evimizden. Dönüşü yoktu artık. Gözyaşlarımı sildim ve ayrıldım evimizden.“
REŞİT KEKE