Müslüman bireylere karşı yapılan saldırılar Avrupalılar için sıradanlaştı. Bu yüzden bu tür olayları ne ana akım medyanın sayfalarında ne de ana akım siyasetin söylemlerinde bulabiliyoruz. Peki, Avrupa’nın İslamofobi konusunda girdiği bu açmaz nasıl aşılacak? Farklılıklara karşı güvenlikçi bir paradigma içinden mi yoksa özgürlük ve insan haklarını geliştiren bir paradigma içinden mi yanıt vermeliyiz?
Avrupa özgürlükler çıtasını yükseltmeli
Doç. Dr. Kudret Bülbül / Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı
26 Mayıs Salı Brüksel’de European Muslim Initiative for Social Cohesion (EMISCO) isimli insan hakları kuruluşu tarafından Avrupa Parlamentosu’nda “İslamofobi ve Güvenlik Endişeleri Arasında Avrupa’daki Müslüman Toplumlar” başlıklı bir sempozyum düzenlendi. Konuşmacı olarak katıldığım sempozyuma Türkiye, İngiltere, Fransa, Danimarka, Belçika gibi ülkelerden insan hakları alanında çalışmalar yürüten uluslararası kuruluş ve STK temsilcisi, bilim adamları ve din adamları katıldı. Sempozyumda konuşma yapan katılımcıların üzerinde anlaştığı ortak nokta Batı’da İslam ve Müslümanlara karşı kin ve nefret suçlarının arttığı ve buna karşı yeterince önlemin alınmadığı oldu. Sempozyumun üzerinden daha üç gün geçmemişken, Cuma günü Avrupa’nın ilk başörtülü milletvekili olan Brüksel Parlamentosu Milletvekili Mahinur Özdemir’in partisinden ihraç edildiği haberi geldi. Partisinin Özdemir’i ihraç etmesinin sebebi ise sözde soykırımı tanımaması olarak açıklandı. Açıklanan gerekçenin aksine, ki öyle olsa bile, Özdemir’in partisinden ihraç edilmesi Avrupa’da İslam ve Müslümanlara yönelik karşı söylemin ana akım siyasette de görünür olduğunu gösteriyor. Özdemir’in “Parti Genel Başkanı Benoit Lutgen’in başörtümden rahatsız olduğunu biliyordum” sözleri Avrupa’nın farklı olana ya da daha açık söylemek gerekirse Müslüman olana bakışını ortaya koyuyor.
Müslüman bireylere karşı yapılan saldırılar Avrupalılar için sıradanlaştı. Bu yüzden bu tür olayları ne ana akım medyanın sayfalarında ne de ana akım siyasetin söylemlerinde bulabiliyoruz. Peki, Avrupa’nın İslamofobi konusunda girdiği bu açmaz nasıl aşılacak?
Uzağın yakınlaşması
İslam karşıtlığı tartışması Avrupa’da gittikçe derinleşen bir konu haline geliyor. Elbette bu tartışmanın farklı boyutları var. Müslümanlar, yabancılar, azınlıklar, göçmenler… Ama bir tarafında da Avrupa’nın uyguladığı politikalar. Esas itibariyle Avrupa’nın bu sorunu nasıl algıladığını ve algılayış biçiminin bu sorunu çözüp çözmemeye katkı sağlayıp sağlamadığını tartışmak gerekir. Avrupa bu sorunu nasıl algılıyor? Algılayış biçimiyle ve ürettiği politikalar bu soruna gerçekten çözüm üretir mi? Biraz daha makro bir bakış ile soruna yaklaşmak gerekiyor.
1990’lı yıllarda Sovyetlerin dağılması ile birlikte özgürlük şarkıları söylemeye başladık. Daha özgür ve liberal, çoğulcu bir dünyaya hep beraber yelken açacaktık. Evet, bir süre yelken açtık ama bu yelkenler maalesef çok uzun soluklu olmadı. Rüzgar değişti ve gelinen noktada Avrupa’da farklılıkların tehdit olarak görüldüğü, farklılıklardan korkulduğu ve genel toplumun dışındaki insanların, yabancıların, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Uzakdoğuluların endişeyle karşılandığı bir resimle karşı karşıyayız. Avrupa’da yaşayan insanlarımızın %71’i bir şekilde kendilerinin dışlandıklarını düşünüyorlar. Son 13 yılda sadece Almanya’da yakılan cami sayısı 297. Her yıla yaklaşık 20 kundaklama ve cami saldırısı düşüyor. Keza medyada Müslümanların ve İslam’ın algılanış biçimi ciddi bir soruna işaret ediyor. Bir taraftan daha rekabetçi ve küreselleşen bir Dünya’dan söz ederken diğer taraftan farklı olanın özgürlük alanını daraltan uygulamalarla karşı karşıyayız.
Sorunu şöyle özetleyebiliriz. Farklılıklara karşı güvenlikçi bir paradigma içinden mi yoksa özgürlük ve insan haklarını geliştiren bir paradigma içinden mi yanıt vermeliyiz? Burada Avrupa’nın bugün karşı karşıya kaldığı krize ve içe kapanma nedenlerine değinilebilir. Bu durumun iki nedeni olduğu söylenebilir. Birincisi küreselleşmenin bir uzantısı. Çünkü eskiden farklı olan uzaktayken, Fas’ta iken, Türkiye’de iken ya da başka bir yerdeyken daha tolere edilebilirdi ve daha makuldü. Ama uzakta olan yakına kendi kültürü ve giyimiyle gelince bunları eskisi kadar hoş görebilmek zorlaştı. Küreselleşmenin yakına getirdiği insanların komşunuz olması, iş yerinizde arkadaşınız olması gibi durumlar. İkincisi ise Avrupa’da yaşanan ekonomik durgunluk. Artan işsizlik oranlarının, dışardan gelenlerinin yaşam alanlarının daraltılması ile düşürülebileceği inancı.
Peki buna karşı özellikle Avrupa’da öne çıkarılan güvenlikçi politikalar geliştirilerek bir çözüm üretilebilir mi? Avrupa geçmişte bunu çok tartıştı. Bu soruya verdiği yanıt nedeniyle Avrupa Avrupa oldu. Şöyle somutlaştıralım, Avrupa, II.Dünya Savaşı öncesinde ve yıllarında yine çok benzer süreçlerden geçti. Yahudilere karşı çok benzer politikalar geliştirildi ve bir içe kapanma söz konusu oldu. Aslında o yıllarda sorun olan Yahudiler değildi. Yahudilerin tarzları benimsenebilir ya da benimsenmeyebilir. Keza bugünün Müslümanlarının tarzları, giyim ve kuşamları benimsenebilir ya da benimsenmeyebilir. Ama burada esas sorun ne Yahudilerin bu yaşam biçimleri ne de Müslümanların yaşam biçimleri. Esas sorun bu yaşam biçiminin nasıl algılandığıdır. O gün itibariyle farklılıklardan korkan ve gittikçe tedirgin olan Avrupa bu tartışmasını Yahudiler üzerinden yaptı. Oysa bugün olduğu gibi sorun Avrupa’nın kendi geleceğine ve kendisine ait bir sorundu.
Eski mağdur: Yahudiler
Maalesef Avrupa bir 60 yıl kadar önce daha içe kapanmacı politikalarla Yahudi sorununa yanıt verdi. Korkularına teslim olan ve korkular üzerinden politikalar üreten Avrupa, verdiği yanıt itibariyle kendi geleceğini karartırken, Dünya’ya maliyeti çok ağır olan bir savaşa neden oldu. Bugün de Müslümanlar üzerinden Avrupa kendisini ve kendi geleceğini tartışmaktadır. Korkularıyla ‘Yahudi Sorunu’nu çözmeye çalışan Avrupa, kendisini, bölgesini ve bütün dünyayı yakmasına rağmen, geçmiş tecrübelerine ders çıkarması gerekirken bugün aynı tartışmayı korkularını büyüterek Müslümanlar üzerinden yürütmesi ne kendisine ne de dünyaya fayda sağlar. İslam ve Müslümanların nesneleştirildiği bu tartışma, Dünyadaki çoğulcu, demokrat ve özgürlükçü kesimlerin işbirliğine olan ihtiyacını da ortaya koymaktadır. “Yahudi Sorunu”nda olduğu gibi Avrupa korkularını aşarak gerçekten evrensel değerleri, özgürlükleri öne çıkaran ve bu anlamda insanlığa katkılar veren bir Avrupa oldu, esas itibariyle evrensel değerler dediğimiz değerler üzerinden yanıt vermeye başladı, sorun o zaman çözüldü.
Farklılıklara daha içe kapanarak, tehdit olarak görerek politikalar üretmenin aslında bir çözüm olmadığını, esas itibariyle azınlıklar üzerinden yapılan tartışmanın Avrupa’nın kendi geleceği ve kendisine dair bir tartışma olduğunu daha önceki tecrübelerimizden bizatihi biliyoruz. Dolayısıyla Avrupa’nın tecrübesi bize şunu söylüyor. Farklı olanlara ve toplumun genelinin dışında olanlara karşı izlenilmesi gereken politikalar güvenlikçi, dışlayıcı, ayrıştırıcı politikalar değil, tam tersine insan hakları temelinde eşitleyici, tekçi değil çoğulcu politikalar olduğu takdirde gerçek bir çözüm sözkonusu olabiliyor. Dolayısıyla bu perspektiften baktığımızda güvenlikçi politikaların farklılıklara ilişkin çözüm üretmediğini görüyoruz.
Özgürlük ve kalkınma
Benzer bir sorunu Türkiye olarak biz de çok tartıştık. 1980’ler ve 90’larda farklı olandan, farklı kimlik ve kültürlerden endişe duyan bir Türkiye söz konusuydu. Endişe duydukça içine kapandı, içine kapandıkça endişeleri arttı. Böyle bir Türkiye başta Türkiye’de yaşayanlara zarar verdi. Türkiye ne zaman gelişmeye başladı? Farklı olanlara karşı korkularını, güvenlik paradigmasını bıraktıktan sonra, farklılıklara temel hak ve özgürlükler bağlamında yanıt verdikten sonra rahatlamaya başladı. Bu rahatlama ve normalleşme gerçekten son derece önemli iki kavram. Normalleştikçe özgürlük ve insan hakları çıtasını yükseltiyoruz. Özgürlük ve insan hakları çıtasını yükselttiğimiz oranda da ekonomik olarak zenginleşiyoruz. Türkiye son 10 yılda kişi başına düşen milli gelirde 2000 dolarlardan 10 bin dolarları aşan bir seviyeye geldi. Bunun nedeni ekonomik olarak geliştiği için özgürlüklerin çıtasını yükseltmesi değil, tersine özgürlüklerin ve demokrasinin çıtasını yükseltiği için ekonomik olarak gelişmesidir. Aksi takdirde sorunlu, kavgalı ve özgürlükleri daraltılmış bir coğrafyada kimse yatırım yapmak istemez. Daha fazla normalleşen Türkiye ekonomik olarak da gelişti.
Gerek Türkiye’nin tecrübesi, gerek Avrupa’nın geçmiş tecrübesi, güvenlikçi politikaların ve güvenlikçi bir paradigmanın farklılıklar, farklı kimlik ve kültür alanında çözümler üretemediğini ortaya koyuyor.
Sonuç olarak; Avrupa’da bugün gittikçe artan ırkçı yaklaşımlar, İslam karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı ile ilgili tartışma Müslümanlar ve yabancılara ilişkin değil, daha çok Avrupa’nın kendi geleceğine ve farklılıklar karşısında nasıl bir politika üreteceğine ilişkin bir tartışmadır. Farklılıklar karşısında korkuya kapılan ve içe kapanan, içe kapandıkça korkularını ve endişelerini büyüten bir tecrübeyi Avrupa 2. Dünya Savaşı öncesinde; Türkiye ise 2000’li yıllar öncesinde yaşadı. Farklı kimlik ve kültürlere ilişkin geliştirilen güvenlikçi politikalar Avrupa’nın da Türkiye’nin de sorunu aşmasına ve ekonomik refahı elde etmesine katkı sağlamadı. Tam tersine sorunu derinleştirdi. Yaşanan her iki tecrübe bize refah, barış ve huzur sağlamanın yolunun güvenlikçi politikaları arttırmak değil, demokrasi ve özgürlük çıtasını yükseltmek olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor.