Ana Sayfa Batı Trakya Haberler GEORGİOS KALANTZİS: “KENDİLERİNİ MÜFTÜ OLARAK TANITAN KİŞİLER BU HAKKA SAHİP DEĞİL, ASLA...

GEORGİOS KALANTZİS: “KENDİLERİNİ MÜFTÜ OLARAK TANITAN KİŞİLER BU HAKKA SAHİP DEĞİL, ASLA OLMAYACAK DA”

15
0

Yunanistan Din İşleri Genel Sekreteri, Georgios Kalantzis’in Rodop Vilayet binası salonunda “90 yıl sonra Lozan antlaşması” toplantısındaki yaptığı konuşmasının Türkçe metni.

Kalantzis, burada yaptığı konuşmasında Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı insanının seçmiş olduğu Müftüleri hakkında söyledikleriyle şimşekleri üzerine seçmişti.

Kalantzis, “Kendilerini Müftü olarak tanıtan kişiler bu hakka sahip değil, asla olmayacak da. Kendilerinin de bildikleri gibi, birkaç kişi tarafından iddia edilen ‘Müftü sorunu’ nun var olduğunu kabul etse bile Yunanistan bu sorunu çözmek için onları evlerine ve eski mesleklerine göndermeye mecbur kalacak” demişti.

Konuşmacılar tarafından söylenen sözlerle toplantının seyrinin değişmesi, her daima alışılagelmiş konuşmaların rütin olarak yapılmasından, asıl sorunun çözümü için ciddi bir çalışma ve toplantı havasının olmamasından dolayı, salonda bulunan Azınlık siyasileri ve sade vatandaşların müdahalesi sonucunda, Kalantzis, “uçağı kaçırmamam gerekir” diyerek toplantı salonunu sinirli bir biçimde terketmişti.

Tabii ki ardından toplantıda yaşanan “lay lay lom” hava, Büyükelçi Piperingos’un sakız çiğnemesi ve elinde tesbih sallaması ise Rodop Vilayet binası salonunda “90 yıl sonra Lozan Antlaşması” toplantısına damgasını vurmuş ve günlerce konuşulmuş ve halen konuşuluyor.

 

İşte Yunanistan Din İşleri Genel Sekreteri, Georgios Kalantzis’in, “90 yıl sonra Lozan Antlaşması” toplantısındaki konuşmasının Türkçe metnin tamamı:

 

TRAKYA’NIN KUTSAL İSLAM HUKUKU

Din İşleri Genel Sekreteri, Georgios Kalantzis’in “90 yıl sonra Lozan Antlaşması” toplantısındaki konuşması:

Komotini, 22.11.2013

 

Kıymetli baylar ve bayanlar,

İlk olarak, bu etkinliğin organizatörlerine teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Konuşmacıların seçimi gayet ilginç ama sanırım ki aramızda Komotini Müftüsü olsaydı bu konuşma daha anlamlı olurdu. Çünkü bize İslam’ın dini ve hukuksal düşüncesini anlatmaya en uygun kişi Müftüdür.

Konuşmamın ilk bölümü çok basit bir sual ile alakalı. Niye tüm Avrupa’da tek Yunanistan gelişmiş batı bir ülkesinin temel unsurlarına yakışmayan çarpıcı bir imtiyaz (azınlığa) feragat etmiş? Kemal Atatürk’ ün Türkiye’ye İsviçreli Sivil Hukukunu getirdiği halde, Yunanistan niye bu imtiyazı korumuş? 

Kişisel işlemleri alanında Şeriat Hukuku’nun korunması ille de ne Lozan antlaşmasına ne de Ekümenik Patrikhane’ye muadil haklar tanımayı öngören mütekabiliyet ilkesine bağlı çünkü Türkiye hiçbir muadil hak tanımamasının ötesinde, dini nikâhı da tanımamaktadır. Üstelik Türkiye’deki ibadethanelerin yönetiminde din adamlarının katılımı yasaklanmış vaziyettedir.        

Tüm bunların cevabı 1913’te bulunuyor. Yunanistan, 1913’te, nüfusunun % 10’u temsil eden bir Müslüman azınlığı ile kalmış ki bu azınlık ‘Yeni Diyarlar’ denilen bölgelerde çoğunluğu temsil ediyordu. Venizelos’un karşılaştığı sorunun esası bu: Hıristiyan bir lider tarafından yönetilen bir devlet nasıl yerli bir Müslüman azınlığıyla uğraşacak?

Venizelos’un karşılaştığı soru şu: Nasıl ki Kralının Hıristiyan Ortodoks olması şart ve Hıristiyan mantaliteden şeklenmiş yeni devlete karşı Müslümanların güvenini takviye edebilirdi? Ayrıca o dönemin Sultanı aynı zamanda dünyadaki tüm Müslümanların lideri, Halife sıfatı da taşıdığından dolayı soru iyice dolaştırılıyordu. Bugün Halife Kurumu kaldırılmış. Böylece sorunun cevabı daha da kolaylaştırılmış.

Eski bir Osmanlı vatandaşı olan Eleftherios Venizelos’un bu durumu iyice anladığı için, İmparatorluğun tüm yanlışlıklarını ve zayıflıklarını, Rigas Velenstinlis’in  ‘devletimiz vatandaşlarını dinine göre ayırmamalı, çünkü hepimiz Allah’ın kulları ve Adem’in evlatlarıyız’ deyimde özetleştirilen vizyonu çerçevesinde cevap bulmaya çalışmış. Amacını çok iyi bilen Venizelos, ülkesini çağdaşlaştırmayı ve daha iyiye doğru değiştirmeyi başaran Kemal Atatürk’ün aksine, aynı amacı azınlıklara yönelik soykırım politikaları uygulayan bir diktatör olarak değil, demokrat bir ülkenin lideri olarak başarmak istedi.  

Eleftherios Venizelos 1987’de Kriti’deki bir ferdin bir Müslümanın öküzünü çaldığı zaman, suçlunun bulunması için bizzat kendi uğraşmış. Şaşıran Hıristiyanlar ve Müslümanlar ona niçin bizzat ilgilendiğini sorduğunda Venizelos: ‘…çünkü kutsal mücadelemiz Müslüman yurttaşlarımıza sağlayacağımız güvenliğine bağlıdır’ diye cevap vermiş. Kendisi 2. Kritili Anayasa Toplantısında (28.10.1906) ifade ettiği gibi: ‘Nasıl Hellenizm kavramı Ortodoksluk ile özdeşleştiğini ifade edebilirsiniz?      Hellenizm Isa’nın doktrinlerini temsil edenlerin ötesinde diğer tanınmış ve tanınmamış dinlerin doktrinlerini temsil edenleri de kapsayan dini mezheplere alakasız dini bir kavramdır. Bu hususu da Hellenizmin temel menfaati teşkil etmektedir’ Bunları diyen kendi hayatında çok çile çeken, Ortodoks Hıristiyan olan ve kalmak isteyen bir kişiymiş.     

Bu önemli tercihinin arkasında onu destekleyen bir kilise vardı. Kition Metropoliti Meletios 1912 yılında kraliçe Olga ve tüm yerel yetkililerin huzurunda Selanik Aziz Minas kilisesindeki konuşmasında şöyle demiş: ‘Yeni Yunanistan’ın tüm vatandaşları hakları ve yetkileri bakımından kardeş gibi eşittirler. Bu çerçevede din, ırk ayırmaksızın özgür bir devletin özgür vatandaşları gibi yaşamaya devam etmeleri gerekiyor’. İleride Meletios Atina Metropoliti, hatta Patrik sıfatları taşımış. 

Elefterios Venizelos Müftü kurumuna yargı yetkileri vererek Müftünün konumunu yükseltti. İslam ve Yahudi dini hukuku 147/1914 sayılı yasanın 4. maddesi istinaden ancak nikâh, boşanma gibi Aile Hukuku davalarında korunmuş.

Venizelos’un akıllı hareketi 100 yıldır başarı ile devam etmektedir. Bu hareketin iki özelliği var:

Birincisi, İslam ilahi kanundan sadece aile hukukunu koruyarak gönüllü bir uzlaşma başarmış. Böylece Müslüman ailelerin huzurunu koruyup İslam’a karşı derin ve gerçek saygısını ispat etti. Aynı zamanda Yunanistan’ın Batı usulü devlet tarzına geçiş birdenbire değil, kademe kademe yapılacağını gösterdi.

İkincisi, Kadı kurumunu kaldırarak Aile Hukuku davaları kapsayan yargı yetkilerini Müftü’ye bırakmış. Böylece bu imtiyazın tamamen dine bağlı olduğunu ortaya koymuş. Müslümanlar devlet işlerinde din ayırmaksızın diğer vatandaşlar ile eşit. Ayrıca, Yunan devleti, dinlerine karşı saygısından dolayı Aile Hukuku davalarında Müslümanlara bir imtiyaz tanımaktadır.              

İslam doğruyu yapma ilkesine çok önem vermektedir. Bundan dolayı, Venizelos’un hareketi mantıklıdır. Hatta dini bir dokümantasyonu var. Kuran’ı Kerime tercüman olarak cemaate doğruyu gösterecek kişi Müftüden başka kim olabilir? Bundan dolayı, dini saptayacak ve dini kurallara göre doğru yolu gösterecek en uygun kişi Müftüdür.

Elefterios Venizelos’un çok akıllı hareketi Yunan devleti için devredilemeyen bir temel taş temsil etmektedir. Yunan Devleti için, Müftüye tanınmış yargı yetkilerinin tek taraflı olarak kaldırılması söz konusu olamaz.

Tabiî ki, hayatın akışında olduğu gibi, ortamlar ileriye giderek değişiyor. Sonuç olarak, bugünlerde Müftülüğün işleyişinde değişiklikler oldu. Ayrıca bu değişikliklerin hiçbiri Venizelos’un temel tercihlerinin prensibine aykırı değildir. Yunan devleti her zaman belirli ve ciddi tavsiyeler olursa değişiklikler üzerine diyaloga girmeye hazırdır.

Konuşmamın ikinci bölümünde Şeriat Hukuku’nun kaldırılmasını isteyen kişilere değinmek isterim. Müsaadenizle haksızlık yapmak istemeyerek bu kişileri üç ayrı kategorilere ayırmak istiyorum. Bu kategoriler ne aynı başlangıcı ne de aynı rotayı paylaşmaktadır. Nihai amacı ortak olabilir ama birbirleri ile karıştırırsak kesin bir hata yapmaktayız.

İlk kategoride ilerici düşünenler ve insan hakları savunanlar, Hıristiyanlar ve Müslümanlar yer almaktadır. Bu insanların motivasyonları mültefit ve ülküleri büyüktür. Dediklerini ve savunduklarını dikkatlice dinleyip düşündükten sonra, sorunlara uygun çözümleri bulmamız gerekir. Kadının hakları ve yeri doğal olarak onları çok ilgilendirmektedir. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Yunanistan’da, 1982’de PASOK hükümeti zamanında kadınlara karşı çeşitli ayrımcıklar din ayırmaksızın kaldırılmış. Size hatırlatayım ki o zamana kadar herhangi bir kadın kocasından izin almadan yurtdışına seyahat edemiyordu.          

Bu kategoride yer alan yurttaşlarımız hangi mezhebe mensup olursa olsun, hem mazide hem bugünlerde yaşadıkları olaylardan ötürü din liderlerin muhafazakâr, gerici ve olumsuz bir rol oynayabileceklerinden korkuyorlar. Bazen bu din adamlarının kimileri cemaate başka dine mensup olan kişilere konuşmamalarını isteyerek topluma çok büyük zarar verebilirler. Bu sebeple dinin kilise, camii ya da sinagog içerisinde sınırlandırılması gerektiğini düşünüyorlar. Bu kişilere göre Şeriat Hukukunun korunması bir Avrupa ülkesi için kabul edilemez bir durum teşkil etmektedir.

Şeriat Hukuku’nun kaldırılmasını isteyenler arasında aşırı sağı temsil eden insanlar da var. Onlar isteyerek ya da istemeyerek İslam’ı Türkiye ile özdeşleştiriyorlar. Aynı insanlar Yunanistan’da hiçbir Müslüman, Yahudi, komünist, homoseksüel,  ya da Ortodoks olmayan Hıristiyanı istemiyorlar. Sonuçta bu insanlar Yunanistan’da aşırı sağcı olmayan kişileri istemiyorlar. Onlar kendi fikirlerine sahip olmaya özgürdür. Aşırı sağcı bir azınlığın düşünceleri önemli değil. Önemli olan çoğunluğun aşırı düşünceleri kabul etmemesidir. Aşırı sağın var olması Yunanistan’a özgü bir fenomen değil. Avrupa ülkeleri Avrupa’yı yok etmeyi hedefleyen aşırı sağ güçlerinin yükseltilmesi ile karşı karşıya. Bu işin ilginç tarafı şu: Eskiden bu grupların ana hedefi teşkil eden Yahudilerin yerine artık İslam dini yer almaktadır. İslam’ın Avrupa’da var olması bu gruplar için Şeytanın kiliseye girmesi ile aynı anlam taşıyor.

Son olarak, Trakya’da hileli ve gizlice eyleme geçen küçük bir grup var. Onlar Müftülerin, Belediye başkanları ve Milletvekilleri gibi, seçimle atanmaları için Şeriat Hukuku’nun kaldırılmasını istiyorlar. Asıl hedefi Müftülüğü dini bir kurumdan siyasi kurumuna çevirmektir.

Sanırım ki Trakya’daki Şeriat’ın korunması Türkiye için bir sorun teşkil etmektedir. Zira anayasasında Ortodoksluğu resmi dini olarak kabul eden bir ülke kendi topraklarında yaşayan Müslümanlara öyle bir hak tanıyor ki bütün dünyada İslam’ın koruyucusu olarak boy gösteren Türkiye, aynı hakkı kaldırmış ve bugüne kadar uygulanmasını kabul etmemektedir.  

Kanımca bu üç gruptan hiçbiri çeşitli nedenlerden dolayı Şeriat’ın kaldırılmasını başaramayacak. Yalnızca hata yaparsak ya da hareketsiz kalırsak Şeriat Hukuku’nun kaldırılmasının yolunu açabiliriz. Şeriat Hukuku’nun uygulanması aynen devam ederse ya da önemli bir hata yapılırsa, ülkenin imaj alanında gelişimler çok çabuk ve problemli olacak.

Üstelik durumun değiştirilmesi, yani Şeriat Hukuku’nun kaldırılması, Trakya’daki erkek ve kadın Müslümanlardan tavsiyelerle olmalı ya da tavsiye olarak ifade edilmeli. Ondan sonra Yunan devleti azınlıkla diyaloga girecek. Ben gerçekten Yunan, Avrupa ya da Amerikan Üniversitelerini bittiren bölgenin etkin avukatlarından tavsiyeler duymak isterdim. Çünkü Avrupa anlayışını en iyi şekilde onlar anlar. Aynı zamanda İslam’ı tanır ve Şeriat Hukuku konusunda tecrübeleri var.

Özellikle Şeriat Hukuku’nun kaldırılması konusunda toplumu değiştirmek istersek eğer şunu da çok iyi hatırlamalıyız: Toplumlarda büyük değişiklikler sadece ve sadece toplumların değişmeye hazır hissettikleri zaman olur. Müslüman azınlığın istemediği müddetçe Yunan devleti Şeriat Hukuku’nu kaldırmayacak.

Bu konuda önemli olan, diğer konulardaki gibi, şudur: Kökenlerimizden kopmadan, kimliğimizi unutmadan, ileriye doğru adımlar atarak bir şeyler değişmektir. Sanırım ki bunu başarabiliriz.

Buna rağmen, normal olarak hem Trakya’daki hem de ülkenin diğer bölgelerindeki yurttaşlarımızı düşündüren bir husus daha var. Bu kişiler Şeriat Hukuku’nun insan haklarına aykırı olan Ortaçağ’a ait ve gerici bir hukuk sistemi olduğunu düşünerek, onun Trakya’daki uygulanması azınlığı tecrit edip, fakirliğe götürdüğünü ve  marjinalleştirdiğini sanıyorlar.

İslam Hukukçu olmadığımdan dolayı bu konuları hakkında konuşamıyorum. Ayrıca şunu çok iyi biliyorum ki aynen Hıristiyanlıkta geçerli olduğu gibi, Allah’ın sabit sözünü takip etmeyi sağlayan dini metinleri anlamak için çeşitli yöntemleri uygulayabiliriz. Toplumun değişmemesi için şart koyamıyor insan. Trakya’daki Şeriat’ın uygulanma tarzı diğer ülkelerden çok daha farklı. Dolayısıyla, Şeriat Hukuku’nun uygulanma tarzı çağdaş hayatı takip ederek ve Kuran’ı Kerimde yer alan Allah’ın sözüne ihanet etmeden iyiye doğru değişebilir.

Her halükarda, İslam’ı cahillik, fakirlik ve yobazlık ile özdeşleştirmeyelim. Bunu yapmak yalan söylemek, iftira atmak demektir. Bir zamanlar Araplar hükümetinin altında olan İslam dünyası, Avrupa’dan daha ilerici, daha açık, daha kültürlüydü. 

Azınlığın diğer vatandaşlarla eşit olarak entegre olmamasının sebebi ne Şeriat Hukuku, ne de İslam’dır. Asıl sebep Yunanca bilmemesidir. Bütün sorunlar aşılamaz derecede olan dil barajından kaynaklanıyor. Bundan dolayı, Müslüman azınlığın yasa önünde eşitliği ve insan haklarıyla ilgilenen kişiler biraz eğitime de baksınlar. İnsan haklarını gerçek savunanlar arasında birkaç kişi var ki dil barajının ortaya koyduğu sorunları ve Pomakların uğradığı kültür soykırımını anlamakta zorluk çekiyorlar. Çünkü Pomakların sesi ve örgütleşmesi yoktur.

Sesi duyulmayan grupların lehine mücadele eden kişiler biraz sesi hiç olmayanlara da baksın.

Müsaadenizle, konuşmamın üçüncü bölümünde Müftünün seçim usulü ile Müftünün yargı yetkileri arasında var olan bağlantıya değinmek isterim.

Batı ülkelerin önemli bir ilkesine göre devlet dini bir toplumun dini liderlerini seçim tarzını dikte edemez. Tek yapabileceği bu tarzın Anayasaya aykırı olup olmadığını kontrol etmektir. Bu ilke dinler savaşıyla dolu Avrupa tarihinden kaynaklanıyor. Asırlar boyunca Katolikler ve Protestanlar birbirleriyle savaşıyordu. Hatta Ortodoksları katledip Bizans İmparatorluğunu ilk fetheden toplumlar Katoliklerdi. Dinler arası savaşlarının bitmesi için tek bulunduğu yol devletin din işlerinde mutlak tarafsızlıktan geçiyordu. Hatta bu tarafsızlık ilkesi İsa’nın ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya’ sözleriyle uyum içindeydi.

İslam dininde laik iktidar ile dini iktidarın başlangıçları ve dini temelleri farklıdır. Bundan dolayı Türkiye dâhil hiçbir İslam ülkesinde, Müftüler seçimle iş başına gelmemektedir. Acaba Müslüman olmayan laik bir lider Müftüyü atayabilir mi? Sanırım ki Müslümanların korunmasını garanti altına alan,  başta olmak üzere Cuma namazı ve camilerin faaliyetlerine izin veren Müslüman olmayan laik bir lider Müftüyü de atayabilir diye savunan bir dini düşünce var.

İslam’ın dini temellerin dışında Yunanistan, insan haklarını koruyan bir Avrupa ülkesi olarak laik iktidarın, herhangi bir dine bağlı olmaksızın, dini liderlerini atayıp atayamadığı konusunda soru işareti koymaktadır. Cevabımız gayet açık. Hayır, atayamaz. Din özgürlüğü buna izin vermez.

Dini bir toplum dini liderlerinin seçim tarzını belirtmesi gerekiyor. Söz konusu seçim tarzının toplum mezhebindeki yeri sabit ve belirli olması gerekiyor. Aynı zamanda Anayasaya ve devlet mevzuatına aykırı olmamalı.

Bir Müftü Şeriat Hukuku’nun kaldırılmasının koşuluyla, bu Avrupa’dan gelen dini özgürlüğü ve insan hakları kavramı çerçevesinde, dini toplum isterse, seçimle iş başına gelebilirdi. Ancak bu durumda, aşağıdaki temel sorular ortaya çıkıyor: 1) Seçmen listesi kimlerden ibaret olacak? 2) varsa, hangi seçim prosedürü izlenecek ve 3) Müftünün hizmet süresi ne kadar olacak?

Yukarıdaki sorulara toplumun seçilmiş Müftüleri olduklarını iddia eden kişilerin sözde ‘seçim’ prosedürleri çerçevesinde bakalım. Tabii ki bütün bu ‘seçilmiş Müftüler’ hakkında söylemi aslında dini bir toplum dini liderlerini kendi seçmeli düşünen Avrupalı ve Amerikan izleyicilere hedeflemektedir. Böylece cemaatin ‘güzidesi’ olan sözde seçilmiş Müftüler kavramını uydurmuşlar. Onları da ‘devletin güzidesi olan’ atanmış Müftüleriyle karşılaştılar. Bu şekilde Batı ve başlıca Hıristiyan toplumların Yunanistan’ı mahkûm ettirmelerine çalışmışlar.

Yunanistan özgür bir ülkedir. Yunanistan’da din ve ifade özgürlüğü ülkenin temel ilkeleri teşkil etmektedir. Dolayısıyla, kendilerini Müftü olarak tanıtan bu yurttaşlarımız, kendilerine istedikleri sıfatı atfedebilirler. Ayrıca kim isterse arkasında durabilir. Ancak onlar gerçek Müftüler değil çünkü gerçek Müftüler Şeriat Hukuku’nu uygulama hakkına sahip kişilerdir. Kendilerini Müftü olarak tanıtan kişiler bu hakka sahip değil, asla olmayacak da.

Kendilerinin de bildikleri gibi, birkaç kişi tarafından iddia edilen ‘Müftü sorunu’ nun var olduğunu kabul etse bile Yunanistan bu sorunu çözmek için onları evlerine ve eski mesleklerine göndermeye mecbur kalacak. Zira bu yurttaşlarımızın izlediği yollar ve yaptıkları hareketler-mesela Hıristiyan komşularına ‘gâvur’ diye hitap ettikleri zaman-  çözümü değil, sorunu teşkil ettiklerini ortaya koymaktadırlar.

Kısacası, Yunan devleti şapkayı saklamak için sarığı takan bu kişileri, doğumundan kazandıkları vatandaş sıfatının dışında başka hiçbir sıfatla tanımayacak. Bunun sebebi sırf bu kişilerin davranışından kaynaklanıyor. Onlar nehri geçip arkasındaki bütün köprüleri yakmışlar. Kaybettiklerini çok iyi bildikleri için aynen kuyruğunu kaybeden tilki gibi davranıyorlar. Güzel tilkilerin kuyruğu olmadığını söyleyerek diğer tilkilere de kuyruklarını kendi kendine koparmalarına ikna etmeye çalışıyorlar.

Hazır bu oyunu Hıristiyan dinleyicilerin anladığı terimlerle oynamaya karar vermişken, müsaadeleri ile biz de Hıristiyan olduğumuzdan dolayı, onlara Batı dünyasındaki seçimlerin manasını anlatalım. Seçim hakkında konuştuğumuz zaman, ilk yapmamız gereken, seçmen listesini belirtmektir. Çünkü seçilmişlerin faaliyetler genişliğini ve meşrulaştırılmasını tespit eden kurum, seçmen listesidir. İkincisi, seçimlerine aday olacak kişilerin şartları koyan, gizli oyu ve toplum fertlerinin oy kullanmasını garanti altına alan seçim prosedürü taslağını belirtmektir.  Üçüncüsü, seçilmişin hizmet süresini belirtmektir.

Yukarıda söz ettiklerimden anlaşıldığı gibi kendilerini seçilmiş Müftüler olarak tanıtan kişiler toplum tarafından seçilmedikleri belli oluyor. Takip ettikleri prosedür Batı demokrasilerin seçim anlayışıyla alakalı değildir. Belirttikleri seçim listesi, yani oy kullanma hakkına sahip olan kişilerin listesi, Batı demokrasilerdeki seçim prosedürlerinde olması gerektiği gibi seçim öncesinden belirlenmemiş. Hatta dini bir prosedür çerçevesinde olması gerektiği gibi seçmen listesi kavramı İslam dinini asla esas almadı. Oy kullanan kişiler tesadüfen belirli bir anda, belirli bir yerde toplanan kişilerdi. Adaylık sunma prosedürü yoktu çünkü esasen tek bir aday vardı. Seçmenlerden istenen tek şey, bu adaylığını alenen onaylamak ya da reddetmekti. Seçilecek kişinin hizmet süresinin olup olmadığı ve varsa, ne kadar sürdüğünü söylemediler. Bütün bunlar Kuzey Kore gibi komünist ülkelerin veya üçüncü dünya diktatörlerinin ve siyasi liderlerinin sonradan uydurulan sözde toplum meşrulaştırma süreçlerine benzer. Anladığınız gibi seçim prosedürü seçilen kişiyi nitelendiriyor, özellikle tek aday olduğu zaman.      

Ben gerçekten inanıyorum ki Trakya’daki Müslüman vatandaşlarımız dini liderlerini bu prosedürle seçmek istememektedir. Çünkü bu prosedür hepimizin Müftü kurumuna gösterdiğimiz saygının değerini düşürüyor ve onu sabote edip yok etmeye çalışıyor.

Ayrıca, Müftü seçimi milliyetçi rekabet çerçevesinde uydurulan bir siyasi kavram olduğunu ispatlayan belirli bir husus daha var. Müftü seçimini destekleyenler, uzun zamandır istedikleri seçimin tarzı konusunda belirli bir öneri yapmadılar. Diktatörlere özgü tarif ettiğim sözde seçim prosedürü Yunan devleti için söz konusu bile olmadığı gayet açıktır.

Muhtemel bir seçim, ‘seçimi’ destekleyen insanların cevap vermek istemediği onlarca soru işareti yaratıyor. Çünkü bu durumda Müftü seçiminin gerçek anlamda ne ifade ettiğini hiçbir zaman ciddice düşünmediklerini ortaya çıkarır. Müftünün hizmet süresi yaşam boyu mu olacak yoksa belirli bir süreç için mi? Müftü ile imamlar arasında nasıl bir ilişki olacak? Müslüman kadınlar oy kullanacak mı? Eğer kullanamazsa, ilahiyat fakültesini bittiren ya da Kuran kursları çerçevesinde kurs veren Müslüman kadınlar, neye dayanarak bu prosedürden muaf tutulacak? Hayatı İslami kurallarıyla bağdaşmayan bir Müslüman Müftü seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip olacak mı? Kuran’ı Kerimi okuyamayan bir kişinin Müftü seçiminde oy vermesi doğru mu? Ulusal seçimlerde de oy kullanma hakkına sahip olan tüm erkek ve kadın Müslümanlar aynen Müftü seçimine de oy verirse Müftü ile milletvekili arasında ne fark olacak? Eğer bütün cemaatten birileri oy kullanamazsa muaf tutulacak olan kişiler neye dayanarak oy kullanmayacak? Prosedürü kim denetleyecek? Müftünün azletme hakkına kim sahip olacak?

Bu sorunların hiçbirine cevap vermemişler çünkü bu konular ‘Müftü seçimi’ hakkında konuşanları hiçbir zaman ilgilendirmedi. Müftülerin seçim tarzı hakkında ciddice konuşmak istersek, Müslüman azınlığın belirli bir öneri yapması gerekiyor. Öneri yoksa tartışılacak konu eksikliğinden tartışma da yok. Ayrıca Müslüman azınlık seçtiği dini liderleri milletvekilleri ile aynı konumda bulunmalarını isteyip istemediğini çok iyi düşünmesi gerekiyor. Bu durumda, yani Müftülerin ve milletvekillerin aynı seçmen listesinden seçilmiş olması durumunda, dini iktidar ile siyasi iktidar özdeş durumuna getiriliyor.

Ortodoks bir Hıristiyan olarak ve kendi tecrübelerimizden yola çıkarak, onlara şunu söyleyebilirim: Metropolitin başlığını ya da Müftünün sarığını, Bakanın ya milletvekillinin şapkası ile özdeşleştirmek pek mantıklı bir hareket sayılmaz.  Bilhassa milletvekilli, Müftü ve Hâkim kurumları, yani dini, siyasi ve hâkim iktidarları, aynı yüzde toplandığı zaman, Müslümanların aleyhine işleyecek ve hayatlarını ezecek bir iktidar temerküzü ortaya çıkmaktadır. Elbette Yunan devleti bu iktidar temerküzü asla kabul etmeyecektir.

Kıymetli baylar ve bayanlar, Meriç nehri sadece Türkiye ile Yunanistan arasındaki değil, Türkiye ile Avrupa arasındaki sınırı teşkil etmektedir. Avrupa Meriç’ten başlar. Trakya’daki Müslüman azınlığı Avrupa’da evro kullanan ve Avrupa pasaportu taşıyan tek yerli Müslüman azınlıktır. Yüz yıldan fazla bir süredir Yunanistan İslam’ın ülkemizdeki ve kültürümüzdeki yerinin önemli olduğunu ispat ediyor hatta başka hiçbir Batı ülkesi İslam’a bu yeri vermemektedir.

Lozan antlaşması’na göre mütekabiliyet ilkesine değinenleri de duydum. Lozan müzakerelerinde İngiltere’yi temsil eden, Lord Curson’un belirttiği gibi: ‘mütekabiliyet ilkesi her iki taraftan da bir şeyler kesiyor’. Mütekabiliyet hakkında konuşanlar Yunanistan’ın 1955’te, 1963’te, 1964’te ve 1974’te, mütekabiliyeti uygulamadığı için kendilerini çok memnun ve şanslı hissetmeliler. Zayıfsızlıktan değil, öyle tercih ettiklerimiz için uygulamadığımızı hatırlamalılar. Ayrıca mütekabiliyet ilkesini uygularsa Yunanistan yarın sabah Şeriat Hukuku’nu kaldırmalı. Sonuçta acaba bunu mu istiyorlar?

Üstelik Lozan tutanaklarını da okumalarında fayda var diye düşünüyorum. Çünkü tutanaklar antlaşmaların yorumlanması için çok faydalıdır. Bu tutanaklarda Türkiye’nin iki toplumun nüfus sayısına göre mütekabiliyet konusundaki düşüncesi açıklıkla kayıtlıdır. Türkiye mübadeleden muaf tutulan toplumlar, yani İstanbul’daki Yunanlar ve Trakya’daki Müslümanlar, nüfus sayısı olarak eş güçlü olma düşüncesini empoze etti. Bu yüzden Türkiye 1923’ten sonra, Lozan’ın maddelerine aykırı olarak ve yasadışı bir şekilde, İstanbul Yunanlarının çoğunu topraklarından kovdu. Bugün İstanbul’da 2000 Rum geriye kaldı. Trakya’da ise 120000 Müslüman yaşamaktadır. İngilizlerin 1923’de söylediklerini bir daha hatırlatayım: mütekabiliyet her iki taraftan bir şeyler kesiyor.  

Birileri Müftüler Ekümenik Patrikhane ile eşitleştirerek mütekabiliyet hakkında konuşuyorlar. Müftüler, aynı Metropolitler gibi yerli dini liderlerdir. Onların yetki alanı vilayetin sınırlarında sona erer. Ekümenik Patrik dünyanın en büyük ikinci Hıristiyan kilisesinin dini ve manevi lideridir. Dünyada 300 milyon Ortodoks Hıristiyan’ın gözleri Ekümenik Patriğe üzerinde. Ekümenik Patrikhane konusunda Türkiye’nin yaptıkları Türk-Yunan bir sorun teşkil etmemektedir, çünkü Türkiye’nin etnik soykırım politikalarının yüzünden ülkede hiçbir Yunan kalmadı. Artık Hıristiyan dünyasını ilgilendiren bir sorundur. Zira hem Papa hem Anglikan kilisesi ve Protestanlar Ekümenik Patriği Hıristiyan bir kardeş olarak görüyorlar.

Müsaadenizle başka bir şeylere de değinmek isterim. Siyasi açıklamalar yapmadan önce herkes şunu da iyi hatırlamalı:  2,2 bilyon Hıristiyanların gözleri Aya Sofya’nın üzerindedir. Müezzinin bir gün, Hıristiyanlığın en büyük ibadethanesi olarak inşa edilen-çünkü inşa edildiği zaman Ortodokslar, Katolikler ve Protestanlar aynı kilisenin mensuplarıydı- bu kutsal yerine namaza çağrı yaparsa, Türkiye dünyadaki bütün Hıristiyanlara hakaret ederek, çok büyük bir hata yapacaktır.      

Ayrıca insan hakları konusunda mütekabiliyet ilkesi söz konusu olamaz diye düşünenlerden biri olduğumu belirtmek isterdim. ‘İnsan hakları’ bir insanın insan olduğu ilkesinden ötürü ‘insan’ sıfatını taşıyor. Demek ki insan haklarına sahip olmak için, sadece insan olmak yeterlidir.

Ortodoks bir Yunan olarak Yunanistan’ın Müslüman vatandaşlarına, Türkiye’nin Yunan etnik kökenli vatandaşlarına yaptıklarını yapmadığı için kıvanç duyuyorum. Bu durum her iki ülkeyi nitelendiriyor. Aynı zamanda Yunanistan’ın Trakya’daki Müslümanların ülkenin ayrılmaz parçası ve gerçek bir zenginlik teşkil ettikleri düşüncesinin en büyük kanıtıdır.         

Aynı zamanda demir kolları için utandığımı söylemem gerekiyor. Müslümanların aleyhine alınmış Anayasaya aykırı olan her önlem için ve Trakya’daki Müslümanları kıran her hareketimiz için utandığımı da söylemem gerekiyor. Müslüman kardeşlerimize gerçekten hayret ediyorum. Onlar bu olumsuz vakalara rağmen, ortak yurdumuza sadık kalmışlar. Zira yurt olarak tek bu ülkeyi tanımışlar. Bu Müslüman kardeşlerimizin olayları unutacak değil, affedecek gücü var. Bir Ortodoks Hıristiyan olarak affın ve tövbenin çok büyük bir erdem teşkil ettiğini öğrendim. Tanrının insanlara gösterdiği yol budur. Bundan dolayı Müslüman kardeşlerimize karşı önemli bir görevimiz var. Bu yurda karşı hissettikleri güveni haklı çıkarmak için elimizden geleni yapmak zorundayız. ‘Herkes farklı herkes eşit’ ilkesi çerçevesinde bu kutsal topraklarda hep beraber kardeş olarak yaşama güvenlerinde haklı olduklarını ispat etmemiz gerekiyor.       

Konuşmamı son bir yorum ile bittirmek isterim. Yunanistan ve Türkiye komşu ülkelerdir. Beraber yaşıyoruz, yaşamaya da devam edeceğiz. Bir kere iyice anlayalım ki hayatta en büyük takdis, iyi bir komşun olmasıdır. Mademki ne biz ne de Türkiye komşumuzu değiştiremiyoruz, daha güzel yaşamak için, kendimizi değiştirelim.    

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz